Henüz yatmadan evvel, açık alanda otururken üzerime giymek zorunda kaldığım hırka, geçireceğim geceye dair pek çok fikir veriyordu. Çadırımı Bülent abinin işletmesinin çatısına kurmuş, çadır içi düzenimi ayarladıktan sonra ilk defa uyku tulumumu kılıfından çıkartmıştım. Soğuk (serin değil) geçen gecede uyku tulumu sayesinde üşümeden sabahı etmiştim.
Sabaha karşı düşen çiy çadırımın üstünü sırılsıklam etmişti, üst tenteyi açıp sererek kurumaya bırakırken ben de çadırımı ve eşyalarımı toplayıp geziye hazır hale geldim. Eşyalarımı bırakacak yerim ne yazıkki yoktu ve hepsi benimle birlikte gezmek zorundaydı.
Sabah ilk işim kaldığım yerin hemen karşısındaki Fırat Kavağını ziyaret etmek oldu. Burası hemen hemen her şehirde görebileceğimiz yeşil ve ağaçlık bir alan. Burayı diğerlerinden farklı ve özel kılan şey, göç mevsimlerine göre buraya gelip bir süre burada kalan ve çok nadir görülen, esasen bir baykuş türü olan çizgili ishak kuşuna, dönemsel olarak ev sahipliği yapması. Bu özelliği sebebiyle burası koruma altına alınmış ve sit alanı ilan edilmiş, çevreye verilecek herhangi bir tahribat cezaya sebebiyet veriyor.
Akşamdan fotoğrafına da baktığım çizgili ishak kuşu, ağaçların kabuklarıyla uyumlu olan tüyleri sayesinde kolayca görülebilecek bir kuş değil. Dünyanın çeşitli yerlerinden gözleme gelen insanların bu işe uygun donanımlarla gözlem yapmaya çalıştığını öğrenmiştim. Hatta bu vakitlerde (Ekim ayı) herhangi bir popülasyonu var mı ona da emin değilim fakat yakınına kadar gelmişken şansımı denemek istedim. Bir süre vakit geçirdikten sonra karga dışında bir kuş göremeyerek oradan ayrıldım.
Geçtiği her bölge ve insanında çok önemli yere sahip, adeta yaşam kaynağı olan ve güzel bir çevre düzenlemesiyle de Birecik’le bütünleşmiş olan Fırat nehrinin yanından yürümeye başladım. Daha önce Gaziantep’te deneme şansı bulduğum ve çok beğendiğim nohut dürümü burada da öneri üzerine yiyerek kahvaltı yapacaktım. Merkezde mutlaka göreceğiniz ya da kime sorsanız gösterecekleri Aykılıç markete sağ kolunuzu verdiğinizde 10 metre ilerideki dürümcüye gittim.
Soslu nohut, maydanoz ve soğandan oluşan, tırnak pide üzerine konularak verilen nohut dürüme bir de ayran ekleyerek 4,5tl ödeme yaptım. Lezzetini beğendiğimi, fiyat performans oranınınsa çok yüksek olduğunu belirtmeliyim.
Kahvaltı sonrasında Fırat’ın ayrıldığım noktasına geri dönerek yürümeye devam ettim. Birecik Köprüsünün kenarına geldiğimde durup bir süre video ve fotoğraf çektim. Tam hareketlendiğim esnada balık tutmakta olan bir abinin heyecanla oltasına sarıldığını gördüm. Ben de kameramı çıkartarak bu anları kayda başladım ve şans eseri hem bir insanın heyecanına hem de güzel bir balık tutma anına tanık oldum.
Tebessüm ederek köprünün altından ilerledim. Önceki gece şehri tanımaya çalışırken eski zamanlarda, surlarla çevrili şehre 6 giriş kapısı olduğunu öğrenmiştim, geldiğim noktada Meydan Kapısı’nın olması gerektiğini biliyordum.
Meğerse bu kapıya ait burcu camiye dönüştürmüşler. Görsel açıdan güzel bir yapıya sahip caminin etrafında biraz dolaştıktan sonra gördüğümde bende fazlaca memnuniyet uyandıran, bir kaide üzerinde konumlandırılmış ve yaklaşık 3 metre boyunda, Alaburç caminin 30 metre ilerisindeki Atatürk heykelini de inceleyip kayıt altına aldıktan sonra nehir boyunca ilerlemeye devam ettim.
Şehrin en önemli yapısı Birecik Kalesi’ne yaklaşınca yolun karşı tarafına geçip, çarşı boyunca ilerleyip, sebze halini görünce sağa döndüm. Kaleyi aşağıdan tüm heybetiyle görebiliyordum, önceleri sur olduğunu bildiğim fakat zamana yenik düşen, artık yalnızca bir yamaç gibi gözüken sınır boyunca yukarı doğru ilerlemeye başladım. Oduncular, metalciler derken bir anda yol bitti, sanırım yanlış geldim diyerek geriye yürümeye başladım. Beni geri yürürken gören, yol kenarına attıkları sandalyelerde oturan beş amcadan birisi “Kaleye mi gideceksin?” diye seslendi. Yanlarına gidip selam verdim, gösterdikleri yoldan devam ettim.
Kalenin altındaki oduncu dükkanlarını geçince 3 metre sağda bir yol aynı yönde devam ediyor, onu geçip ilerleyince karşıma çıkan camiden sonra ilk sola girdim ve kaleye çıkma olanağı tanıyacak yolu gördüm. Bu yoldan kaleye çıkar çıkmaz doğuya özgü mimariyle bezeli Birecik ilçesini çok güzel bir açıdan görmeye başladım. Kale 360 derecelik muhteşem bir manzara sunuyor, ne yana gitsem güzel bir görüntü. Tepeye çıkan güneş sebebiyle burada hiç acele etmedim, gölgede oturup, sürekli yer değiştirerek farklı açılardan şehri gözlemledim.
Birecik kalesi 4000 yıl önce Asurlar zamanında yapılmış, daha sonra değişen devletler tarafından 3 farklı onarım süreciyle günümüze kadar gelmiş. Kalenin hemen altında gördüğüm mimari restorasyon tabelası yeni bir çalışmanın da olduğuna dair bir fikir uyandırdı. Bakıma ve ilgiye muhtaç olduğu da çok açık.
Gözlem ve incelemelerim sonrasında kaleden inişin yolunu tuttum. Çıkarken çıktığım yerin iniş için biraz zorlu olduğunu başına gelince anladım. İnce kumlu ve dik olan yamaç sırtımdaki, önümdeki çantalar ve ayağımdaki ayakkabılarla iniş için uygun değildi. Elektronik çantamı sırtıma aldım, büyük çantamı da önce kendim iki adım atıp yanıma alarak ilerliyordum. Ancak çantayı bırakmış adım atarken çantanın hareketlendiğini ve yuvarlanmaya başladığını gördüm… Yuvarlandı, yuvarlandı, toz kaldırarak ilerledi ve en son 2 metreden kötü bir sesle yere çakıldı…
O an sahiden canım sıkıldı. Aşağı indiğimde hem benim hem de çantanın hali içler acısıydı. Bu yazıyı yazarken bu olayın üzerinden 4 gün geçmiş olmasına rağmen çantaya her vuruşumda toz kalkıyor. Elimi yüzümü yıkayıp çantayı biraz temizlemek için caminin dışındaki hayrata yöneldim. Tam musluğa uzanırken beni turist zanneden yöre insanı çağırdı, caminin avlusuna aldılar. Müzisyenlikle ilgilenen Hasan abi oğluna bez getirmesini söyledi ve iki de çay sipariş etti. Hasan abiyle konuşurken bir yandan da çantamı siliyordum. Çokça insanlardan yakındı, insanların birbirine iyi niyetle ve insan olarak kabul edip yanaşmadıklarını, herkesin birbirini ayıracak, ötekileştirecek sebepler bulduğunu belirtti. Benden örnek vererek, “Sen buraya gelmişsin, sana sahip çıkmak bizim buradaki görevimizdir, neci ya da kim olursan ol.” dedi. “Keşke çantanı benim dükkana bıraksaydın, bomba olsa bile benim dükkanıma bırakabilirdin.” diye de ekledi. Ezan okunana kadar sohbet ettikten sonra o camiye girdi ben de yoluma devam ettim.
Yola çıktığımda ilerlediğim yönde kalenin altında bir mağara gördüm, etraftakilere oranın ne olduğunu sorduğumda, birisi tam emin olamasa da kaleye çıktığını söyledi. Ben gidip ayrıca denemedim ama siz gitmek isterseniz ya da sahiden oranın nereye çıktığını biliyorsanız bana da söyleyebilirsiniz.
Sıradaki hedef kelaynak kuşlarını görmek. Adını daha önce duyduğum bu kuş türünün fotoğrafını bile görmemiştim. Bu kuşların göç rotalarından birisi olan Birecik’te 11 adet kelaynak kaldığında ve artık nesilleri tehlikeye girdiğinde bir koruma ve üretim tesisi kurulmuş. Gün itibariyle sayıları 270’i aşmış durumda. Kelaynak kuşları yetişkinliğe ulaştıklarında tüylerinde çok hoş bir renklilik ortaya çıkıyor, kafalarının ardındaki tüyler de dökülüyor ve kel oluyorlar. Yılın 7 ayını tesiste geçiren kuşlar kalan 5 ay boyunca üremeleri için doğaya bırakılıyorlar. Burayla ilgili sıkıntılı olan durum şu ki ziyaretçilere kuşları görebilecekleri çok dar ve çapraz olan bir görüş açısı bırakmışlar.
Zaten her tarafı tellerle çevrili olan alanda kuşları rahatça izlemek ve fotoğraf ya da video çekmek pek mümkün değil. Oradaki görevliye tellere yaklaşıp telin arasından bir fotoğraf çekip çekemeyeceğimi sorduğumda, kuşların çok ürkek olduğunu, ani hareketten korktuğunu, tellere yaklaşınca korkup tellere çarparak telef olduklarını söyledi.
Buradan biraz can sıkıntısıyla ayrıldım. Çünkü kuşları daha iyi gözlemleyeceğimi hayal ederek gelmiştim. Tam dışarı çıktığımda ters yönde ilerlemekte olan polis aracı beni görünce dönüp yanıma geldi. Bir memur kontrollerimi yaparken ben de diğerleriyle sohbet ediyordum. Kontrol bittiğinde, e madem durdunuz, şu yöne gidiyorsanız beni de götürün, dedim. Sağolsunlar gideceğim yere kadar götürdüler. Tekrar dün gece kaldığım yere döndüm.
İlave bir gezi noktası daha defterime eklemiştim fakat sıcak ve çanta sebebiyle yorulduğumu hissedince zorlamadım. Birecik’in üst tarafında bulunan Çiftlik Köy’den çok güzel bir manzara varmış, alabildiğine bir açı sunan köyden Birecik, Fırat nehri ve diğer köyler rahatlıkla görülebiliyormuş. Gitmek isterseniz bu noktayı da gezi rotanıza ekleyebilirsiniz.
Bülent abiyle Birecik turumu değerlendirdikten sonra artık yola düşmeye karar verdim. Abi sizde çay ne kadardı, diye sordum. “Ne yapacaksın?” dedi. “Dünden beri çay içiyorum.” dedim. “Yolun açık olsun, sana iyi gezmeler.” diyince, “Abi burası neticede bir işletme vermezsem mahçup olurum, içim de rahat etmez.” dedim. “Yolun açık olsun.” diye tekrarlayınca teşekkür ettim, vedalaşıp yolculuğuma başladım.
Birecik köprüsüne kadar yürüyüp çıkışında otostop çekmeye başladım. Okuldan çıkmış olan liseliler, hello abi, diye yanıma yaklaştılar, onlarla sohbet edip sorularını cevapladım, seyahat şeklimi ifade ettim. Hemen, burası mı güzel İstanbul mu, diye sordular. Zor bir soruydu, buranın yemekleri çok güzel, dedim. İçlerinden birisi hemen atılarak “Abi İstanbuldakiler eşi kızıyor diye soğan bile yemezlermiş.” dedi. İstanbul’u da değerlendirdikten sonra ben otostopa devam ettim, çocuklar da yoluna gitti.
Üç araç değişikliğiyle, uzun bekleyişler sonucunda ancak Hilvan’a gidebildim. Aslında rotam da bu şekilde değildi ama rotamı hava karardığı için değiştirip son aracımın gittiği yere kadar gittim. Son aracımdaki Mustafa abi yol boyunca bu yörenin yanlış tanıtıldığından, insanların doğru şekilde ifade edilmediğinden yakındı. Bizim orada gece bir kadın tek başına yürüyebilir, dedi. Keşke daha çok insan gelse, diye de ekledi. Ben de Mustafa abinin çağrısını yineleyerek, daha çok insanın bu bölgeleri ziyaret etmesi temennisini taşıyorum.
Hilvan çıkışındaki benzin istasyonu çalışanlarıyla tanışıp sohbet ettikten, onların hayatına ve hikayesine bir parça da olsa ortak olduktan sonra çadırımı kurup bu gecelik uykuya daldım.